

Anıların alacakaranlığında Hans Litten’in görüntüsü yeniden gözlerimin önünde beliriyor ve şekil alıyor. Onu ilk kez “Koruma Altındaki Gençlerin Kötü Muameleye ya da İhmale Uğraması” hakkında konuşma yaptığım İnsan Hakları Birliği’nin bir toplantısında görmüştüm. Tartışma sırasında, salondan genç bir kişi söz aldı; onu bir öğrenci sanmıştım. O dönemde, bir ergenin özellikle konu gençlerin kaderiyle ilgiliyken kamuya açık bir toplantıda söz alması imkânsız değildi. Konuşan kişinin dikkat çekici bir kafası, düzgün bir yüzü, yuvarlak açık renkli gözlerinin önünde çerçevesiz bir gözlüğü vardı. Gömleğinin yakası açıktı ve kısa pantolon giymişti, dizleri çıplaktı. Söyledikleri bana zekice ama aynı zamanda biraz da ukalaca geldi; biraz çocuksu bir üstünlükle dile getiriliyordu. Söyledikleri, gençlik hareketinin radikal tezini yansıtıyordu: Gençlerin kendi hayatlarını yaşama, kendi kaderlerini tayin etme hakkı olduğu ve biz yetişkinlerin burada gençlerin haklarını savunuyor olsak bile bu konuda hiçbir müdahale hakkımız olmadığı fikri. Verdiğim yanıt biraz babacan bir tonda çıkmış olmalı ki, tartışmanın ardından bir arkadaşım bana gülerek şunu söyledi:
-Biliyor musunuz o ‘çocuk’ kimdi? … Assessor Litten.
“Assessor” demek, yıllar süren bir öğrenim ve çeşitli sınavları kapsayan hazırlık sürecini tamamlamış, her an hâkim ya da avukat olabilecek bir hukukçu demektir. Ne kadar çalışkan olursa olsun, yirmili yaşlarının ortasını geçmiş olması gerekir, yani artık bir çocuk değildir.
Hans Litten’i bir sonraki görüşümde siyah avukat cübbesini giymişti ve bir siyasi davada savunma yapıyordu. Yüzü yine çocuksuydu, açık gri gözleri gözlük camlarının ardından temiz ve berrak bakıyordu ve ilk bakışta belliydi ki, her ne kadar bir yetişkin olsa da oradaki adalet görevlileri arasında açık ara en genç olanıydı. Ama onu sadece kısa bir süre gözlemleyen biri bile, bu genç hukukçunun diğerlerinin yaşça üstünlüğünden etkilenmediğini görebilirdi.
En küçük hakkından bile vazgeçmezdi. Soru sorma tarzı sakindi, ölçülüydü ama aynı zamanda çok ayrıntılıydı; aynı anlamı başka kelimelerle tekrarlamayı tercih ederdi, hiçbir ayrıntının karanlıkta kalmasına izin vermezdi. Kıta Avrupası hâkimlerinin tarzı bilinir: Davayı ilerletmeye, bir an önce sonuca ulaşmaya önem verirler; avukatları engellemek, sorgularını kısaltmaya çalışmak kolayca olur. Ama bu ayrıntılı savunmacıyla bunu yapmak zordu; çünkü o açıkça sınırsız zamana ve sabra sahipmiş gibi davranırdı. Önemsiz görünen noktaları bile müvekkilinin yararına olabileceği düşüncesiyle ciddiye alırdı. Sözünün kesilmesi de kolay değildi, çünkü dava hukukunu çok iyi bilirdi ve bu yüzden diğer katılımcıların çoğu sabırlı olmak zorundaydı.
O zamanlar Berlin’in çirkin kırmızı renkli ceza adliyesi binasında –ki kesinlikle Latin başkentlerindeki gibi bir “saray” değildi– savunmacıların bir tipi vardı: Davasındaki ya da şahsındaki eksiklikleri heyecanla, yüksek sesle telafi etmeye çalışanlar. Bu tip, özellikle aşırı sol ya da aşırı sağdan olan avukatlar arasında yaygındı. Litten onlardan belirgin ve dikkat çekici bir biçimde farklıydı. Gençlerin haklarını savunduğu o toplantıda olduğu gibi burada da radikaldi; ama radikalizmi dışsal araçlarda değil, soruların ve delil taleplerinin formülasyonunda ortaya çıkıyordu ki bunlar bazen konudan uzak gibi görünse de, örneğin sadece bir sokak kavgası davası gibi görünen bir yargılamada tüm devlet yapısını kapsayabiliyordu. Ve bu radikalizmi, önemsiz görünen noktaları bile aydınlatan titizliğinde ortaya çıkıyordu. Göreceğimiz gibi, bu iki özellik Avukat Litten’i felakete ve ölüme sürüklemiştir.
O dönem de Moabit Ceza Mahkemelerini meşgul eden sokak kavgaları, devletle ve devlet biçimiyle azımsanmayacak ölçüde bağlantılıydı, bu çok açıktı. Almanya bir devrimci döneme, daha doğrusu bir karşı devrimci döneme girmişti. 1929 yılının sonlarına doğru siyasi sahnenin arka planındaki güçlü güç odakları, Almanya’nın kaderini kökten değiştirme kararı almışlardı. Artık yeterince uzun süre demokrasi ve teslimiyet politikası oynandığına inanıyorlardı; yeni bir program zamanı gelmişti. Bu programın ana başlıkları şunlardı: Versailles Antlaşması’nın sona erdirilmesi, artık tazminat ödenmemesi ve yalnızca yüz bin kişilik bir ordu değil, güçlü bir ordu. Ama öncelikle: Meclis hükümeti yerine diktatörlük.
Çünkü bu kadar büyük şeylerin ve mümkünse ardından gelecek daha da büyük şeylerin başka türlü gerçekleştirilemeyeceğine inanılıyordu. Ancak diktatörlüğe ulaşmak için önce demokratik rejimin itibarsızlaştırılması gerekiyordu. Zira açık bir gökyüzünden devlet darbesi yapılamaz, bunun için fırtına ve sağanak gerekir. Ayrıca ve aynı zamanda tazminatlardan kurtulmak için bu da ne güzel rast gelmişti toplumda tokluk yerine açlık ve sefaletin hüküm sürmesi gerekiyordu.
Büyük dramada belli bir rol de Nasyonal Sosyalist Parti’ye ayrılmıştı. Bu, fanatik ve acımasız bir milliyetçiliği vaaz eden bir grup bağırgan ve serseriden oluşan küçük bir gruptu; şimdiye dek pek fazla ciddiye alınmamışlardı; 1928 Mayıs’ındaki son Reichstag seçimlerinde tüm gürültü çabalarına rağmen sadece on iki milletvekili çıkarabilmişlerdi. Bu kötü şöhretli gruba, perde arkasındaki yöneticiler şimdi yüklü mali destekler göndermeye başladılar. Sefalet ya da deflasyon politikası ise, kitlesel işsizlik üreterek bu gruba taraftar kazandırdı. Gerçi planlayıcıların bu Nasyonal Sosyalist haydutlarla işi sonunda, sihirbazın çırağının süpürgeyle başına gelenine benzedi: Yaptıkları, yapmaları gerekenden çok daha fazlasıydı. Ama yine de her şey istenen yönde ilerliyordu.
Devlet darbesine giden yolda ilk adım olarak Reichstag feshedildi. 1930 Eylül’ündeki seçimlerde yüz yedi Nasyonal Sosyalist parlamentoya girdi. Aynı anda her yerde Nasyonal Sosyalist gazeteler türemeye başladı ve şimdiye dek hep gizli kalmış olan parti milisi, parti ordusuna dönüştü. Birden her yerde kahverengi gömlekliler türedi, yürüyüş yaptılar, gürültü kopardılar, provokasyonlar yaptılar ve saldırıya geçtiler. Bu sayede ve yapay olarak oluşturulmuş genel karmaşa nedeniyle karşıt güçler de sahneye çıktı, sosyalistler ve komünistler tehlikeyi gördüler ve saldırganların taktiklerine uyum sağlamak zorunda kaldılar. Zira en azından stratejik olarak, yani genel yönelim açısından, saldırgan taraf Nasyonal Sosyalistlerdi. Ama onların muhalifleri günlük taktiklerde saldırıya geçtiğinde, bu Nasyonal Sosyalistlerin işine daha çok geliyordu: Gazeteleri o zaman “kızıl cinayet” (Rotmord) diye yaygara koparabiliyordu. İşte bu yüzden 1933 Mart’taki despotizmin başlangıcına kadar geçen üç yıl, genel karmaşayı artıran bir burjuva iç savaşıyla geçti. Her gün saldırılar, sokak çatışmaları, silahlı çatışmalar, hatta sık sık cinayetler oluyordu. Bunların hukuki tasfiyesi Moabit’te yapılıyordu; her zaman büyük başarıyla değil, ne yazık ki. Yargılamaların ve kararların neden çoğu zaman tatmin edici olmadığına dair iki ana neden vardı: Birincisi büyük dönüşümün etkisi, daha önce genellikle tarafsızlık göstermeye çabalamış olan Moabit hâkimleri ve savcıları arasında da hissedilmeye başlanmıştı; ikincisi ise, partizanlık yükseldikçe yeminlerin anlamı azalmaya başlamıştı. Oysa yargılamanın değeri ve itibarı büyük ölçüde hâkimlerin önyargısızlığına ve tanıkların güvenilirliğine dayanır. İşte bu mücadele ve ahlaki hissizleşme dünyasına; genç, zeki ama art niyetsiz bir insan olarak Hans Litten adım attı. Parti borazancıları ve entrikacıların arasına, saf bir ruh (anima candida) olarak girdi; ama her şeyden önce adaletsizliği engelleme, tehdit altındakileri kurtarma, aşağılanan ve hor görülenleri ayağa kaldırma arzusu ile doluydu. Zaman zaman kendisine “Devrimci Marksist”, “Komünist Parti’nin çok solunda” diyordu;
ama iç dünyası itibarıyla aslında sadece bir Hristiyandı, öylesine tavizsiz bir Hristiyan ki, kelimenin tam anlamıyla “Dağ Vaazı’na göre yaşamak” istiyordu: Komşusunu sevmek, hatta düşmanına adil davranmak ve onu affetmek. Nerede durması gerektiği zaten açıktı, çünkü güçler nasıl dağılmıştıysa, onun yeri de belliydi: Sol tarafta. Zira saldırı sağdan ve tüm araçlarla geliyordu ama zarar göreceği de kaçınılmazdı.
Avukat Hans Litten siyasi davalarda ya sanık sandalyesindeki komünistlerin savunmasını üstlenir ya da sanık sandalyesinde Nasyonal Sosyalistler oturduğunda, mağdurların yani yaralananların ya da öldürülenlerin dul ve yetimlerinin temsilciliğini yapardı. İkincisi, yani Nasyonal Sosyalistlere karşı mağdurların temsil edilmesi, özellikle önemli bir görevdi; nedeni de yine siyasi durumla bağlantılıydı. Daha önce de söylediğim gibi, Moabit’teki memur hukukçular da artık sağdan gelen baskıya boyun eğmeye başlamışlardı. Cumhuriyet dönemi boyunca Reich’ın her yerinde alışıldık olan şey burada da ortaya çıktı: Hukukun parti gözetmeksizin uygulanacağına güvenilemez olmuştu. Sanıklar solcular olduğunda kovuşturma amansızdı; ama sanık sandalyesinde Nasyonal Sosyalistler oturduğunda soruşturma her zaman eksiksiz görünmüyordu, bazen savcılık sanki suçtan zarar görenlerin değil, suçluların çıkarını gözetiyor gibiydi, hatta savunmayla iş birliği içindeymiş gibi davranıyordu. Bu elbette anlaşılmaz bir şey değildi; memurlar kendi geleceklerini düşünüyordu ve gelecek görünüşe göre bir tür milliyetçi gerici harekete, belki de doğrudan Nazi’lere ait olacaktı.
Litten başarı kazanmıştı. Davalara adadığı kutsal bir gayret, görevine adanmış yorulmak bilmez bir ciddiyet, zamanını ve emeğini tamamen feda eden bir kendini verme bu olağanüstü çabalar sonuç veriyordu. Ama bu, maddi anlamda değil; çoğu zaman ofisini zar zor ayakta tutabilecek kadar kazanıyordu. Fakat hukuki açıdan, gerçeğin ortaya çıkarılması adına bu çabalar meyvesini veriyordu. Bir keresinde, bir grup komünist beraat etti çünkü onların saldırıya uğradıkları ve meşru müdafaa yaptıkları ispat edilebilmişti. Bir başka seferinde ise, siyasi bir muhalifi öldüren bir grup Nasyonal Sosyalist, yani sözde bir “SA Birliği (Sturm)”, mahkûm edildi.
Litten, adli başarılarıyla bile Nasyonal Sosyalistlerin ve onların avukatları olan meslektaşlarının dikkatini ve nefretini çekmişti. Bu nefret, sonuçları ağır bir olayla birlikte kini dönüştü: Hitler, Moabit’te tanık olarak dinleniyordu. Avukat Litten, burada da Nazi teröründen zarar görmüşlerin temsilcisi olarak, partinin bizzat kendi üyelerinin şiddetini tolere ettiğini, hatta bu şiddeti teşvik ettiğini kanıtlamak istiyordu. Bu nedenle parti liderinin kendisi çağrıldı.
Hitler’in devleti doğrudan ve açıktan hedef almak gibi bir niyeti hiç olmamıştı.
1923’teki darbe girişimi, sözde Bürgerbräu Darbesi (Bürgerbräu-Putsch), devletin bazı organlarını baştan çıkarmayı ve onların yardımıyla demokratik rejimi alt etmeyi amaçlayan bir girişimdi. Maddi güce karşı çok hassas bir sezgisi vardı. 1923’te de asıl amaç, silahlı gücün yöneticilerini o zaman Bavyera ordusunu “kendisiyle birlikte sürüklemekti.” Ancak bu başarısız olunca, ertesi gün polisle çatışmaya girmeye ikna oldu; buna da onu General Ludendorff yönlendirdi, çünkü Ludendorff hiçbir üniformalı Alman’ın kendisine “başkomutana” ateş etmeyeceğine inanıyordu. Ama ateş açılınca ve Hitler dört ayak üstünde kalabalıktan sürünerek kaçmak zorunda kalınca, bu olay onda derin bir iz bıraktı. O günden sonra bir daha asla isteyerek hayatını tehlikeye atmadı. Dolayısıyla, o kaba anlamda bir devrimci değildi. Öte yandan, tam da bu durumu, en azından destekçilerinin bir bölümüne umutsuz işsizlere ve acımasız sokak serserilerine farklı göstermeye çalışıyordu. Eğer bu insanlar, aslında yalnızca zarif bir oyunun ikincil oyuncuları olduklarını, yalnızca yukarıdan düzenlenen bir devlet darbesi, bir “tepeden inme devrim” için bahane teşkil ettiklerini bilselerdi özellikle içlerinden dürüst olan fanatikler, “lider”den iğrenerek yüz çevirirlerdi.
İşte bazıları 1931 baharında tam da bunu yaptı çünkü inançlarını yitirmişlerdi. Hitler’in dolayısıyla ağır bir görevi vardı. Devletin hâlâ mümkün olan müdahalesinden kendini koruyabilmek ve aynı zamanda Reich Cumhurbaşkanı Hindenburg’un vicdanını rahatlatmak için, siyasi mücadelesinde sadece anayasal araçları kullanmak istediğini yüksek sesle ve açıkça güvence altına alması gerekiyordu. Öte yandan bu güvence açıklamalarını öyle bir şekilde yapmalıydı ki, SA “sert savaşçılar” tarafından bunlar bir aldatmaca, büyük burjuva para sağlayıcılarına karşı ustaca kotarılmış bir dolandırıcılık olarak görülmeliydi. Bu kadar karmaşık şekilde yalan söylemek hiç de küçük bir iş değildir. ("İnanmayın ona! Doğruyu söylüyor,” diye yazmıştım o zaman Berliner Tageblatt gazetesinde uyarı olarak.) Ama bu zor görev kaçınılmazdı ve ayrıca yetenekli bir adam olarak bunun üstesinden gelmesi ona uygundu işte bu yüzden sözde “yasallık yeminleri” etmeye girişti. Kısa süre önce Schweidnitz’te bir davada yemin etmişti; ardından Leipzig’te Reich Mahkemesi önünde büyük, görkemli, meşhur yemini etmişti. Ve şimdi Moabit’te yeniden sahne alıyordu. Şunu baştan söyleyeyim: burada da işini hiç fena yapmadı. Yurtsever bir duruşla, sofist bir diyalektikle ve ona özgü olan gerçeklikten tamamen kopuk bir tutumla bu işten sıyrıldı. Ama Litten ona gerçekten zor anlar yaşattı. Leipzig’de olduğu gibi kolay değildi; orada Reich yargıçları ona adeta bir propaganda konuşması yapması için paslar atmışlardı. Litten’in elinde Nasyonal Sosyalist literatürden azımsanmayacak sayıda alıntı vardı “düşmanı ezip hamur haline getirmek,” “söz devriminden eylem devrimine geçmek” gibi ve o ünlü tanığı, kendine özgü ısrarlı sakinliğiyle sorguya çekti, birkaç kez öfkelendirdi ve iki saat boyunca terler içinde bıraktı. Acaba o zaman salonda bulunanlardan herhangi biri onun kendisi hakkında acılı bir ölüm hükmü vermekte olduğunu sezmiş miydi? Sanmıyorum; hiçbirimiz o kadar uzağı görebilecek durumda değildik.
Yıl 1931’di. Artık Litten, Nasyonal Sosyalist basının saldırılarının giderek artan hedefi hâline gelmişti. Ama sadece bununla da kalmadı, baroya yapılan ihbarlarla da peşine düştüler bu korkulan bir adli rakipten kurtulmak için eski ve bazen etkili bir yöntemdi. Ancak bu yöntem burada işe yaramadı. Baronun raportörü bizzat geldi ve Litten’in mahkeme salonundaki faaliyetlerini gözlemledi; genç savunma avukatının müvekkillerinin yararına ve yasa çerçevesinde hareket ettiğini tespit etti. Evet, hoş bir rakip değildi ama onun görevi hoş olmak değildi ki; o fırsatçı davranmak istemiyordu ve zaten buna da uygun biri değildi.
Devlet darbesi aşamalar hâlinde ilerledi. Belki de en önemli aşama, 20 Temmuz 1932’de gerçekleşti: Reich Şansölyesi von Papen, Reich Cumhurbaşkanı’nın anayasaya aykırı bir acil kararına ve daha da önemlisi Reichswehr askerlerine dayanarak, Almanya’nın en büyük eyaleti olan Prusya’nın anayasal hükümetini görevden aldı; zira bu hükümette hâlâ Sosyal Demokratlar bakan olarak görev yapmaktaydılar. Peki Litten’in bu kez yeniden savunma avukatı olarak uzun süreli ve amansız bir hukuki çatışma yaşadığı savcı acaba artık kimi temsil ediyordu? Litten, bunun resmi bir açıklamayla ve ilgili kişilerin tanıklıklarıyla açıklığa kavuşturulmasını talep etti ve ayrıca Reich Cumhurbaşkanı Von Hindenburg’un da bu konuda dinlenmesini istedi. Böyle bir talebin, avukat Litten’in popülaritesine ne kadar az katkı sağlamış olabileceğini tahayyül etmek zor değildir. Elbette doğruydu ki, “mübarek” ulusal kahraman tarafından da desteklenmiş olan anayasa ihlali, tüm mahkemelerin ayaklarının altından hukuki zeminini çekip almıştı. Ama yargıçlar, hâlâ devlete hizmet etmeye kararlı oldukları için, acaba bunu mahkeme salonunda duymaktan hoşlanırlar mıydı? Bir rahatsız ediciyi, onu rahatsız edici yapan şeyden ötürü ortadan kaldıramıyorsanız, ona tuzak kurmak için önemsiz bir şey ararsınız.
Litten’in başarıları, diğer avukatların kendilerine nadiren izin verdikleri kadar fazla zaman harcayarak kendi başına araştırmalar yapmasına da dayanıyordu. Bu süreçte daha düşük toplumsal itibara sahip kişilerle, psikopatlarla, güvenilmez kimselerle karşılaşması kaçınılmazdı. Bu kişilerden biri vardı ki bir kez, sonra tekrar fikrini değiştirdi ve ardından Litten’i, onu yalan beyanda bulunmaya zorlamakla suçladı. Her ne kadar buna kimse inanmasa da, mahkeme avukat Litten’in kayırma şüphesi altında olduğuna ve savunmadan men edilmesine karar verdi. Böyle bir karar daha önce hiç duyulmamıştı. Bir an için tüm avukat camiası Litten’in arkasında duracak gibi oldu, onun davasını kendi davası yapacak gibiydi. Yüksek Eyalet Mahkemesi (Kammergericht) de geçmişteki daha iyi günlerini hatırlayarak bu kararı bozdu. Ancak, alt mahkeme ardından -bu da çok olağandışı bir adımdı– kendisini taraflı ilan etti dava ki zaten dört aydır sürmekteydi, baştan başlamak zorunda kaldı ve yeni mahkeme de Litten’i yeniden savunmadan men etti. Bu durumda Yüksek Eyalet Mahkemesi geri adım attı ve avukatlık mesleğinin haklarına ağır bir müdahale olan bu kararı onayladı.
Yıl 1932 sonbaharıydı. Alman Cumhuriyeti'nin üzerine akşam çökmüştü ve tüm özgürlüklerin ve hakların sonu şafak sökerken görünür olmuştu. Litten’in görev aldığı bu son büyük dava, Nasyonal Sosyalistlerin "Felsenecke" kolonisinde düzenlediği bir saldırıya ilişkin olup, bu saldırıya komünistlerin karşı koyduğu bir olaydı. Çıkan arbede sırasında Schwartz adında bir Nasyonal Sosyalist ölmüştü. Ona darbeyi kimin indirdiği tespit edilememişti. Hitler iktidara geldikten sonra yeni bir ruhla canlanan makamlar; yurttaş gerilla savaşındaki birçok kanlı olayı yeniden ele aldılar, yeni soruşturmalar başlattılar, önceden sadece hapis cezası almış komünistleri ve sosyalistleri ölüme mahkûm ettiler, daha önce suçsuz bulunan başkalarını hapse attılar; Nazi yurttaş savaşçıları ise o zamandan beri hak ettikleri şekilde onurlandırılmış ve artık klasik tanıklar olarak görev yapmaya başlamışlardı. Felsenecke davasının yeniden görülmesi sürecinde şimdi bir toplama kampı tutsağı olan Litten’den, Schwartz’ı kimin öldürmüş olduğunu öğrenmek istediler. Muhtemelen bunu bilmiyordu ama her durumda avukatlık görevine sadık kalarak, söylemek istemedi. Bu yüzden ona işkence uygulandı ve o susmak için intihar girişiminde bulundu.
Litten’in Moabit’teki faaliyetlerinin doruğunda bir kez ona şöyle demiştim: Bu kadar tavizsiz olmamalı, bazen biraz daha yumuşak davranmalı ve her şeyi sonuna kadar zorlamamalıydı; yoksa onu Moabit’te uzun süre tutamayacaktık, halbuki ona orada çok ihtiyacımız vardı. Bana şöyle yanıt verdi: Zaten bizim hukuk sistemimizle artık fazla uzun sürmeyeceğinden emin olduğunu, bu yüzden taviz vermek için bir neden görmediğini söyledi. İtiraf etmeliyim ki, yaklaşan olayları benden daha net görmüştü. Hans Litten bir Fransiskandı ve bir kez hukuk dünyasına sürüklendiğine göre, hakkın tarafında duruyordu tavizsiz biçimde; ucuz uzlaşmaların ya da tavizlerin değil. Hak her zaman zayıfların işidir; güçlülerin hakka ihtiyacı yoktur ve güç sahibi oldukları için hukuksuz da yapabileceklerine fazlasıyla inanırlar. Fransiskan ruhlu Hans Litten belki cumhuriyet döneminden zarar görmeden geçip III. Reich’a ulaşabilirdi, eğer mesleği onu hak uğruna savaşan biri yapmasaydı. Ama bu şekilde dediğim gibi kaçınılmaz biçimde, hem hukuk ihlaliyle yükselenlerle hem de hukuk koruyucuları olarak resmen görev yapanlarla çatışmaya girdi, zira onlar da hukuk ihlal edenlere karşı yumuşaklaştıkça, hukuku savunanlara karşı sertleşmek zorundaydılar.
Litten hak uğruna hapis, işkence ve ölümü yaşadı. Reichstag yangınından sonraki o alacakaranlık sabahında tutuklandı. Litten’in annesi, birazdan okunacağı üzere, bir Nasyonal Sosyalist bakanın oğlunun kaderini hafifletme girişiminden söz eder: “Hitler, ismi duyunca yüzü morumsu kırmızıya döndü.” Böylece artık açıktı ki, hapishane onun için ömür boyu sürecekti. Neden? Çünkü avukat Litten, görevine sadık kalarak, affedilebilir bir şekilde değil, Sayın Hitler’i sorguya çekmişti. Ve kendisine işkence uygulandı çünkü insanüstü bir görev bilinciyle; avukatlık meslek sırrı yükümlülüğünü, böyle bir yükümlülüğün dayandığı tüm hukuk düzeni Nazi anarşisinin uçurumunda çoktan yok olmuş olmasına rağmen hâlâ koruyordu.
Litten hayattayken defalarca, bu olağanüstü duruma yabancı ülkelerdeki avukatlık camialarının ilgisini çekme girişiminde bulunuldu. (Kendim de, eğer acı bir şekilde anlatmak isteseydim, sonuçsuz kalan birkaç girişimden söz edebilirdim.) Sonunda yine de başarılı olunarak, anne Litten’in raporunda da okunabileceği üzere, bir dilekçede bir dizi İngiliz hukukçunun ismi toplanabildi. İtiraf etmeliyim ki, bugüne kadar Hans Litten’in kurban oluşunun biz hukukçular için ne anlama geldiğini gerçekten anlayabildiğimize inanmıyorum. Eğer mesleğimiz yalnızca belirli bir mantıksal muhakeme yöntemi ve bir zanaat olmaktan fazlasıysa o hâlde o, Batı'nın Hristiyan medeniyetinin temelinde duran geniş ve sağlam bir yapı taşıdır. Belki anne Litten’in anlatımını okuduğumuzda bu daha iyi anlaşılır ki hiç kimse bu metni sarsılmadan okuyamayacaktır. Ve eğer bu metin Nazi Almanya’sı karşısında dehşet ve ürküntü uyandırmaya katkıda bulunursa, o zaman aynı zamanda şu konuda da yardımcı olabilir: böyle bir anne ve böyle bir oğul yetiştirmiş olan bir millete duyulan saygının tümden kaybolmaması. Ben bu kitabı okuduktan sonra, Almanya’nın aslında kaybolmadığına olan inancımda pekiştim.
Yazar: Rudolf Olden
Çeviri: Stj. Av. Berfin Kadiroğlu